“Onsekiz yaşına yeni basmıştım. Ben küçüklüğümden beri örtünmek istiyordum hep. Ama çevremde gördüğüm ve öğrendiğim kadarıyla; genç kızlar evlenince tesettüre girerdi. Tesettür dediğim de, küçük bir başörtü, önden bağlayacaksın, boynun gözükebilir, makyaj yapabilirsin, kısa kollu elbise, diz altı etek, topuklu ayakkabı giyebilirsin, yeni gelin olduğun için sana takılan takıları da takman gerekir. (millet görsün diye) vs. Öyle büyük başörtüleri sadece kuran kursu hocaları örter, pardesü vs gibi şeyleri de yine kuran kursu hocaları giyebilirdi. Kur’an-ı Kerim ramazandan ramazana okunur, Yasin-i şerif Cuma günleri okunur, namaz mübarek gecelerde kılınırdı. Ben hep böyle biliyordum.
Okul kapanınca yazın camilere kuran öğrenmeye gidilir, okul açılınca cüzler tozlanmak ve bir dahaki yaza ele alınmak üzere aradığımız zaman bulamayacağımız yerlere kaldırılırdı. Eğer evlenmeden önce örtünürsen, seni istemeye gelen olmaz, kısmetin olmaz, evlenemezsin, evde kalırsın, diye bilirdim. Ben böyle bilirdim hep. Buna rağmen yine de örtünmek istiyordum.
Komşu bir abimiz vardı. Kar kış demeden, yaz kış demeden, buz bile yağsa sabah namazına camiye giderdi. Sabah ezanı okunduğunda, koşa koşa pencereye giderdim, onun sabah namazına gidişini izlemek için.
Biran önce evlenebilsem de, örtünsem, eşimi böyle namaza göndersem diye seyrederdim, ezanın eşliğinde kara gömüle gömüle camiye gidişini.
Malum, okullarda gördüğümüz sözüm ona din dersleri de boş olduğu için bir şey öğrenemedim. Bilmiyordum ki…. Evlenmeden de örtünülebileceğini. Ben hep böyle bilirdim. Hala kendime soruyorum, ben neden araştırıp kendim öğrenemedim diye.
Rahmetli anneannemin bize anlattığı, ölüm anında sağından ve solundan birer kapı açılır. Sağ kapı cennete, sol kapı cehenneme… Amelin iyi ise sağ kapıdan cennete, kötü ise sol kapıdan cehenneme gidersin. Bir de ölüm anında, dilin damağın kururmuş, çok susarmışsın, su içmek istermişsin, o sırada şeytan sana bir bardak su uzatır, karşılığında imanını istermiş. Ben böyle bilirdim hep.
Bizim mahallede imam hatip lisesine giden kızlar vardı. Ben okula giderken, o güzelim başörtülü halleri ile onların servis bekleyişini, servise binişlerini izlerdim. Haaa, bir de imam hatip lisesine giden kızlar kapanırdı. Çünkü onlar hoca olacak ya.
Lise bitti nihayet. Üniversiteyi kazandım ama şehir dışı olduğu için göndermemişlerdi. Neden bilmem o sene, tesettür sevdam hat safhaya ulaştı. Kendimce dini kitaplar, romanlar okuyordum. Ya da okumaya çalışıyordum ya da okuduğumu zannediyordum.
Mümkün olduğunca oruç tutuyordum. Resimli namaz kitaplarına bakarak kendimce namaz öğrenmeye çalışıyordum.
Oruçlu olduğum bir gün durakta dolmuş beklerken, birden başım döndü, gözüm karardı. Yere düştüğümü hayal meyal hatırlıyorum. Bayılmışım. Bayıldığım an caddeye düşmüşüm, o sırada gelen dolmuş çarpmış bana. Allah’tan ki dolmuş hızlı değilmiş.
Arabaya bindirdiklerini hatırlıyorum, adımı soruyorlar, adres soruyorlar, telefon soruyorlar. O zamanlar öyle cep telefonu vs yok ki. Ben sorulanları duyuyorum ama dilim dönmüyor, gözümü açamıyordum. Hastanenin acil servisine getirdiler, çantamda telefon rehberi vardı, oradan anneme ulaşmışlar. Annem ve abim hastaneye geldiler. Ben bütün koşulanları, koşturmacaları, sesleri her şeyi duyuyordum.
“Röntgen çekilsin, beyin kanaması olabilir. Oraya götürün, buraya getirin” vs.
Beni kim getirdi, nasıl getirdi, hiçbirini bilmiyordum. Beni oturtmaya çalışıyorlar, bir kağıt parçası gibi tekrar yığılıyordum. Vücut nasıl bir şey ki, gözünü açamıyorsun, konuşamıyorsun, oturamıyorsun, ama her şeyi duyuyorsun. Kaşım yarılmış, dikiş attıklarını dahi hissediyor ama gözümü açamıyordum. Annem başucumda ağlıyordu.
Bunlar benim dış alemimde olanlardı. İç alemimde olanlardan hiç kimsenin haberi yoktu. Dedim ki; “GİDİYORSUN, hem de örtünmeden, GİDİYORSUN”… Bir yandan da; “Ama kısmetim çıkmadı, evlenemedin, nasıl örtünecektim” diye kendimi teselli ediyordum.
Hani filmlerde olurdu hep, ölüm anında hayatın bir film şeridi gibi gözünün önünden geçer. Yaptıkların, yapamadıkların. Pişmanlıkların… Eksilerin… Artıların… O filmi de izledim. Henüz onsekizinde olmama rağmen bunları düşündüm hep. Tesettürlü değilim dediysem, öyle çok açık saçık değildim, askılı, şort vs hiç giymedim. Ama olsun, Allah’ın emrine uygun değildi yine de.
“Allah’ım, nolur beni huzuruna bu şekilde alma. Ben örtünmek istiyorum. Bana bir fırsat daha ver”
“Allah’ım nolur, bir fırsat daha ver, evlenmesem de kapanacağım”
“Allah’ım nolur”….
Kurduğum bu cümleler şu an elli yaşımda olmama rağmen aklımda hala..
Tabi bu arada, bir sağıma bakıyordum, bir soluma. Hangi taraftan kapı açılacak diye. Anneannemin anlattığı aklımdaydı hep. Ne sağdan kapı açılıyordu, ne de soldan. Sağdan zaten beklemiyordum da. Ama soldan da kapı açılmamıştı.
Ölümle yaşam arazında çizgi derler. Orası gerçekten varmış. Ne bu dünyadasın ne de öteki. Araf dedikleri bu olsa gerek.
Bir de susamayayım mı ? “Su!”. “Su!”… diye inleme sesimi duyuyordum.
“Eyvah!” dedim, imanım da gidecek. Öyle tuhaf saatler geçirmiştim ki. O zamanlar yine Allah’ın sadece ve sadece azap ettiği yönleri anlatılmıştı. Ben Rabbimi hep azap ediyor diye biliyordum. Ben böyle bilirdim hep… Rabbim, o kadar merhametliymiş ki oysa..
Sonradan öğrendim, su istiyormuşum, getirdiklerinde de içmeyip, elimin tersiyle itiyormuşum.
Ben böyle cebelleşirken, nereye gideceğimi, başıma ne geleceğini bilemezken, derinden derinden bir ezan sesi duymaya başlamıştım. Hemen sağ tarafıma baktım. Ezan cehennemde okunmayacağına göre, kapı sağ taraftan açılmıştır diye. Yine açılan kapılar yoktu. Sonra annemin sesini duydum. Ölen bendim, annemin yanımda ne işi olabilirdi ki.
Öylesine ağlıyormuşum ki, beni biraz sarsarak uyandırdılar. Gözümü açıp da bir anlık kendime gelişten sonra bu tarafta olduğumu, Rabbimin bana bir fırsat daha verdiğini anladım. Tabi bu defa daha çok ağlamıştım.
Hastaneden çıkıp eve gelmiştik. Kapıdan içeri girdiğimde tam karşımda duran boy aynasında kendimi görmüştüm. Yüzüm mosmordu, ağzım gözüm bir yana gitmişti. Kafamda sargılar vs… Bir anlık olayla, vücudunun ne hale geldiğini de görmüştüm. Güzelliğinin bozulması için ölüme gerek yoktu.
Onbeş gün evden dışarı çıkamamıştım. Kendi başıma yürüyemiyordum. Kendime geldiğim ilk gün dışarı çıktım. Kuran kursu hocalarının giydiği başörtü ve pardesüden aldım. Dualarım kabul olmuş, tesettüre girmiştim..
O anki huzurumu, mutluluğumu hiç anlatamam.. Tesettürü nasip eden Rabbime şükürler olsun. RABBİM EMRİNİ VE RABBİM İÇİN YAPILMASI GEREKENLERİ ERTELEMEMEYİ ÖĞRENMİŞTİM.
Tabi, hangi ayete binaen örtündüğümü bilmediğim için bundan sonra beni bekleyen olaylardan hiç haberim yoktu. Yüzme bilmeden, salsız, sandalsız, küreksiz, can yeleksiz bir okyanusun ortasında bulmuştum kendimi.
ERTELEME; İlk emri yerine getir, Alak Suresi’nin ilk ayeti gibi
ERTELEME; Asr Suresi gibi yaşa….
ERTELEME; Düştüğün kuyulardan, atıldığın zindanlardan Yusuf Suresi’ndeki gibi çık.
ERTELEME; öyle yaşa ki, Vakıa Suresi’ndeki Ashâb-ı Meymene, Mukarrabûn ve ashâb-ı yemin ol.
Ben Allah’ın en aciz bir kulu… Sorsalar ki bu dünyada ne yaptın diye; “ Ertelediğim cahilliğim, ertelediğim kalp körlüğüm yüzünden, kırk deve kervanı pişmanlıkla bu diyardan başka diyara doğru gidiyorum.” derim. VESSELAM…“
Tülay Durmuş